Sanayi devrimi sonrasında küresel iklim değişikliğinin başat faktörü olan petrol, doğal gaz, kömür gibi fosil yakıtların yoğun olarak kullanılmasıyla birlikte, atmosferde zehirli sera gazlarının miktarının artması neticesinde hava, toprak ve su kirliliği bugün en önemli hak temelli mücadele örneklerinden olan ‘’Yaşam hakkı savunuculuğu"na konu olmakta. Türkiyenin her bir yerinden yeni bir çığlığın yükseldiğini görüyoruz.
Geçen yıl Muğla'da, Marmaris'te, bir önceki sene Hatay'da yaşanan, haftalarca devam eden ve ciğerlerimizi yakan Orman yangınlarının henüz yıldönümünde yeniden Ege kıyılarında Datça'da Çeşme'de başlayan orman yangınları, ülkemizin Karadeniz kıyılarında yaşanan sel felaketleri, aşırı yağışlar, heyelanlar küresel iklim krizinin etkilerinin ne kadar ağır ve trajik olduğunu bizlere gösteriyor.
Küresel iklim krizine bağlı bugün yaşadığımız olumsuz etkileri yalnızca fosil yakıtların aşırı ve plansız kullanımı tek sebep olarak görmemeli, insanların daha lüks yaşam standartları için aşırı aktiviteleri, meta kullanımlarının varlığı, nüfus artışı da ,ulaşım-trafik, göçler de süreci tetikleyen olumsuz koşullar arasında unutulmamalıdır.
İklim değişikliğinin diğer olumsuz ve en önemli etkisi de bizim gibi tarım ve hayvancılık ile iştigal eden ve en önemli geçim kaynakları arasında yer alan üretime konu olan tarım ürünlerinin besin değerini ve verimliliğini olumsuz etkilemesidir.
Birleşmiş Milletler'in (BM) Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Roma merkezli kuruluşları FAO ile WFP, 2022 Küresel Gıda Krizi Raporunda 2021' yılında 53 ülkede/bölgede yaklaşık 193 milyon insan kriz ya da daha kötü seviyelerde akut gıda güvensizliği yaşadığını belirtilmiştir.
Bir yanda sırf yeni modeli çıktığı için telefonunu değiştiren toplumsal tüketim anlayışı, bir yanda ise barınma-yeme içme gibi temel fiziksel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olan toplumların varlığı…
Sorun sadece gıdanın üretim, tüketim, dağıtım döngüsündeki aksaklıkları değil, gıdanın üretiminde başrol oynayan çiftçinin, tarım yaparak yaşamını sürdüren kırsal bölgelerde yaşayan toprak emekçilerinin de gelir kaynaklarının azalmasında doğrudan etkili oluyor.
Olası olumsuz iklim koşullarının en başında gelen ve Türkiye’yi bekleyen tehlike daha öncede uzmanlar tarafından da belirtildiği üzere kuraklık ve çölleşmedir. Seller- heyelanlar ve orman yangınları da son yıllarda yaşadığımız en büyük doğa felaketleridir.
Kaldı ki, ülkemizin de içinde yer aldığı bölge, yani Akdeniz havzasının iklim değişikliği etkilerini en şiddetli biçimde yaşayacağı bilim insanları tarafından sürekli dillendiriliyor, ancak buna karşın yeterince tedbirler alınıyor mu, politikalar geliştirilebiliyor mu ?
Örneğin merakımız şu; acaba, 30-40- veya 50 yıl sonra ekilebilir tarım alanları, ya da temiz içecek su bulabilecek miyiz ?
Daha fazla kar etmek isteyen şirketler, kapitalist ekonomik sistemi kontrol edip nemalandıkça, doğa tahribatının akıl almaz sınırlara erişeceğinden kimsenin şüphesi olmasın. İklim aktivisti genç Greta’nın da dediği gibi:
‘‘Eviniz yanıyormuş gibi hareket etmenizi istiyorum. Çünkü yanıyor.’’
Gelecek genç nesillerin sağlıklı ve kaliteli bir çevrede yaşama haklarını korumamız gerekiyor.
Çünkü;
-Sağlıksız ve yetersiz beslenme, insanların çeşitli hastalıklara yakalanmasına hatta ölümlerine neden olmakta, dolayısıyla daha adil, daha paylaşımcı ve barışçıl kalkınma hedefleri benimsenmeli ülkeleri yöneten hükümetler tercihlerini bu yönde kullanmalıdırlar.
-30-50 yıl ekonomik ömrü olan madenler-enerji santralleri için verimli araziler, zeytinlik alanlar heba edilmemeli,
-Fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji teknolojileri desteklenmeli,
-Sellere, heyelanlara karşı şehirlerdeki altyapıların dayanıklı hale getirilmeli,
-İklim koşullarına uygun bölgesel ürün deseni konusunda ciddi planlamalar ve güçlü bir irade ile hayata geçirilmesi yönünde çalışmalar yapılmalı,
-Su ve Gıda krizi hususunda ülkemizi hassas ve stresli konuma düşmesinden kurtaracak önemli adımlar atılıp, hayata geçirilmeli,
-Kentlerin düzenlenmesi ve yeni yaşam alanları yapılırken doğa tahrip edilmeden koruma-kullanma dengesi gözetilerek, yeşil alanları çoğaltmaya yönelik, doğa ile uyumlu sürdürülebilir planların yapılması sağlanmalıdır, bu konularda yerel yönetimler ve merkezi idare siyasi çekişmelere mahal veremeden birlikte işbirliği içinde uygulamalarını gerçekleştirmelidirler,
Yani demem o ki; el birliğiyle insanlığın sonunu getirmeden, yaşamımızı tehlikeye atmadan ekosistemi gelecek nesillere aktaralım.
Doğayla Barışık ve Sevgiyle kalın.