Salgın bir hastalık sürecini yaşadığımız bu günlerde ülke olarak bazen endişe bazen umutsuzluk bazen karamsarlık anlarımızın sürekli olarak kendini gösterdiği bir dönemdeyiz. Umudumuz bilimde özelde de sağlık çalışanlarımızda. Yapacakları çalışmalarla salgını kontrol altına almaları, bir aşı geliştirmeleri, ilaç üretme yoluyla ile yaşamımızı sağlıklı kılmalarını beklemekteyiz. Gözümüz kulağımız bilimin vereceği seste.
Bu süreçte halkın bilgilendirilmesi konusunda Sağlık Bakanlığının yaptığı çalışmalar ve her gün akşam saatlerinde açıkladığı CORONA güncesi sonuçlarına kilitlenmiş bir vaziyetteyiz. Aslında bu yaşanılan virüs sürecinde sağlık hizmetlerinde belirsiz ve bilinmeyen bir durumu, hastalığı izleme, tedavi etme ve toplumu bilinçlendirme çalışmaları son derece zor. Ama bilinmeyeni bilerek çok zor bir denklemi çözmek de tıp insanlarımızın büyük bir başarısı. Her akşam topluma yapılan açıklamada: Toplam Test sayısı, toplam vaka sayısı, toplam iyileşen hasta sayısı verileri vb. hep bilinmeyen o an karşılaşılan bir sorunun çözümüne yönelik istatistikler
Gösterilen başarıda ya da tedavide kuşkusuz en önemli belirleyici doktorlarımızın aldığı eğitim. Cumhuriyet döneminin tıp eğitiminin temel başarısı planlılık ilkesine dayanmasıydı. Ayrıca 1933-1945 yılları arasında yurtdışından gelen akademisyenlerin yaptığı katkı yadsınamaz derecede önemliydi. Günümüzde 117 devlet ve vakıf üniversitesinde tıp eğitimi verilmektedir. Umarım sayının artması niteliğin düşmesine yol açmaz. Şu süreçte pratikteki başarının akademik olarak ( Dünya genelinde Corona virüs konusunda 22 000 makale yayınlanırken ülkemizde ki sayının 3 olması) görülmemesi bu endişemize yol açıyor.
Tıp böyleyken yani bilinmeyeni bilinir kılmada başarı gösterirken eğitim bunu neden gerçekleştiremiyor? Yukarıda verilen ve her akşam izlediğimiz verilerin değişik türü bilinmeyen değil bilinen somut bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Milli Eğitim Bakanı 2020 bütçe sunuş konuşmasında 69 752 okul, 1 141 227 öğretmen ve 17 923 351 öğrencimizin olduğunu söylemiştir. İşte bizim test sayımız, vaka sayımız net bir şekilde ortada. Ama bizde yaşanan durum yine bakanımızın deyimiyle “yoğun bakımlık”.
Hatta sınav sonuçlarına baktığımızda yoğun bakımlık durumdan daha da kötüye gittiğimiz görülüyor. YÖK Başkanı TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nda milletvekillerine verdiği bilgide “Üniversite sınavında temel matematik testi veya Türkçe testinden 0.5 net yapamayan, ikisinden birinden 1 tane net yapamayan öğrenci sayısı 42 bin kişi, ciddi bir sayı. Ama biz desek ki, ‘İkisinden de yarım puan al, 1’i de istemiyoruz, rakam 600 bine çıkıyor. 40 soru soruyoruz, 40 sorudan 1 tane matematikten, 1 tane de Türkçeden yapsın, biz bunu üniversiteye alalım desek, 735 bin kişiyi dışarıda bırakıyoruz. Hani ‘Sıfır çekti’ hikayesi var ya... Bu sosyal bir konu. Eğitim öğretimle ilgili radikal kararlar almamız lazım ama o radikal kararların toplumun, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte arkasında olması lazım” diyerek acı gerçeği göz önüne serdi.
Eğitimi siyasal anlayışlarımızın uygulama sahası olarak görmeye devam ettiğimiz sürece sorunlarımızın bitmeyeceği bir gerçek. Bazı belirleyicileri hatırlarsak yetersizliklerimizi görebiliriz:
Bu ülkede sırf üniversite mezunu olduğu için “doktor sayımız yetersiz diye” doktorluk yapan kimse yok ama öğretmenlik yapan onbinler var. 83 milyonun salgına maruz kalabilme ihtimaline karşın doktorlarımız 25 000 yoğun bakım yatağı ile salgına meydan okurken 500 000 derslikle eğitim dünyası neden başarılı olamıyor? Doktorlarımız 2 ayda salgında PİK diye tabir edilen zirveyi görüp iniş eğrisine geçileceğini öngörmesi başarısı karşısında 12 yıllık zorunlu eğitimde biz çocuklarımıza ana dilimizi bile tam öğretemiyoruz? 10 yıl önce büyük söylemlerle başlatılan şimdilerde adı sanı anılmayan FATİH projesi iflas etmiş, öğrenciler EBA’yı TV’den ve sadece bilgisayarı bulunanlar izleyebiliyor. Bu durum sorgulanmıyor. Ve neden bir sınav tarihi üç ay içerisinde üç defa değiştirilerek 2 800 000 gencimizin umuduyla, geleceğiyle oynanıyor? 18 yaşıdnaki gençlerin gözlerindeki ışıltıyı neden solduruyoruz?Pandemi süreci ile birlikte dünyada “yeni normal” denen bir kavram tartışılmaya başladı. Bizlere de artık “ hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deniyor. Evet hiçbir şey eskisi gibi olmasın söylemini ilk önce eğitimden başlayarak uygulamaya koysak nasıl olur? “Normalizm” akımını eğitim sistemiyle başlatsak salgınlara da, geleceğe de umutla bakmaz mıyız?
Planlı bir eğitim kursak, çağdaş bir müfredat sunabilsek, fırsat ve olanak eşitliğini sağlasak, teknolojiyi eğitimde gerçekten kullanabilsek, öğretmen yetiştirme sistemimizi yapılandırabilsek, doğu-batı, varsıl-yoksul, kadın-erkek eşitsizliklerini en aza indirgesek, kamunun kaynaklarını özel okullara aktarmasak, altyapımızı ideolojilerimize, siyasal aidiyetlerimize göre değil bilime göre kursak, salgın nedeniyle okula gidemediği için öğrenciler sevinmese ve okula- sisteme güvensek kim mutsuz olur? Sağlıkta olumsuz olarak adlandırılan salgının PİK yapmasını eğitimde olumlu bir şekilde yapamaz mıyız?
Kısaca ön yargılarımızdan arınmak, aklı ve bilimi öncelemek Molière’nin dediği gibi “İnsanlara yapılabilecek en büyük iyilik, onlara akıllarını kullanmayı öğretmektir” diyebilmek çok mu zor olur.
Şafak Akça Twitter İletişim; https://twitter.com/safakakca06