Reklamcıların güzel bir buluşuydu “açıyorum, kapatıyorum ben bunu hep yapıyorum” sözü. Son bir yılda eğitim sisteminin okulları açma, kapama kararlarını görünce bu reklam aklıma geldi nedense.
İlk vakanın görüldüğü günden bu yana geçen bir yılı aşkın sürede yönetmekle işletmek arasında bir ikilem içerisinde kaldı bakanlık. Sistemi işletmek istedi çünkü sınavsız bir üst kademeye geçilemiyordu, sistemi işletmek istedi çünkü yazılı sınav ya da test yöntemlerinden biri olmadan bir üst sınıfa geçilemiyordu.
Sınava odaklı eğitimin alternatifi bir model geliştirmeyi hiç konuşmadık ve halen gündemimizde yer almıyor. Sınav, sistemi kurgulayan ve işleten herkesin işine gelen en basit ve en kolay yöntem. Ölçmesi kolay, değerlendirmesi kolay. Öğretmeni sınav dışında bir yöntemle öğrencisini değerlendirecek bir sistemi üniversitelerde öğretmiyoruz, okullarda yönetmeliklerimizde sınav notları yer alıyor ama başka bir ölçme – değerlendirme sistemini bulamadık ve buna kafa yormuyoruz. Hakkını yemeyelim uzaktan eğitim sistemini en iyi işleten ülkelerden biriyiz ve bu sistem uzun yılların ürünü. Ancak uzaktan eğitimde sorunlar yumağı hâline gelebiliyor. Erişim sorunu fiziksel erişimden, çevrimiçi erişme evrildi ama sorun bitmedi.
Pandemilerde tüm toplum kesimlerinin, tüm yaş gruplarının topyekûn mücadele etmesi, tıbbın emrettiği kurallara uyulması sürecin çabuk ve en az zararla-kayıpla atlatılmasının ön şartı. Ancak bizde durum tam tersi. Türkiye’nin en büyük bürokratik makamı diye adlandırdığım Temel Eğitim Genel Müdürlüğü (okul öncesi eğitim-ilkokul ve ortaokullardan sorumlu birim) 12 611 229 öğrencisi 737 055 öğretmeni ile pandemi hiç yokmuş gibi günlük faaliyetlerine devam ediyor (ortaokullarda durum değişiyor sıklıkla). Bu durumun gerekçesi bu yaş grubundaki çocuklarda bulaşın azlığı ya da hafif sendromlarla atlatılması gösteriliyor. Ya o çocukların eve gittiğinde karşılaştığı anne-babaları, dedeleri-nineleri…
Dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olmamızla hep övünüyoruz ama 1 milyon öğretmenimizi aşılayamıyoruz. Aşı bulamıyoruz, aşı üretemiyoruz. Her gün öğretmenlerden birinin virüs kaptığını öğrenen bir öğrenci ailesi, hangi psikoloji ile çocuğunu okula gönderebilir? Ya da arkadaşlarından virüse yakalananı duyan bir çocuğun psikolojisi nasıldır?
Bu süreçte bakanlık sınavların nasıl olması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapıyor. Okullarda hijyenin sağlandığını, güvenilir olduğunu söylüyor. Kuşkusuz buna hepimiz inanmak istiyoruz. Ama görünen gerçek maalesef bu değil.
Pandemi süreci her kesime bir şeyler öğretti. Artık eğitimcilerin hep birlikte bir temel konuyu düşünüp çözüme kavuşturması gerekiyor. Sınav dışında bir sitemi kurgulamamız öncelikli görevimiz olmalı. Derslerin normal süreçte bile artık hem uzaktan hem yüz yüze yapılması doğru bir yaklaşım olacak ama erişimin kesintisiz ve yasal dayanaklarla sağlanması da hazırlanmalıdır. Öğrencilere sisteme girdiği anda açılacak bir internet erişiminin ücretsiz yapısını kurgulamak zor olmasa gerek. Ayrıca teknolojik araçların tıpkı ücretsiz kitap dağıtımında olduğu gibi planlaması gerekmektedir.
Salgın, doğal afet yaşamın bir gerçeği. Uzun zamandır yapılmayan bir milli eğitim şurasının ivedilikle mücbir sebep hallerinde eğitimin nasıl ve ne şekilde sürdürülebilir kılınacağını tartışmak ve çözüm üretmek üzere toplanması zaruridir.
Bütün bu söylemlerin temel şartı da güvenin tesis edilmesidir. Toplum öğretmene güvenir, okula güvenir, ama sisteme güvenmez. Bu zinciri kırmak güveni oluşturmak sistemin başarısının olmazsa olmazıdır. Güven vermeyen bir eğitim sistemi aç-kapa sistemidir, sınav odaklı sistemdir.
Thomas Eliot “Güven ayna gibidir. Bir kez kırıldı mı hep çizik gösterir” derken içinde bulunduğumuz eğitim sistemini mi işaret etti acaba diye düşünmeden edemiyorum…